Yanık Fotoğraflar
İlk bakışta hızla gelişen teknolojinin yaşam standardını yükselterek insanoğlunu daha mutlu ettiği yargısına varabiliriz. Öyle ya hayatımıza giren her türlü teknolojik zerzevat yapmamız gereken birçok işte bize yardımcı oluyor. Peki o işler gerçekten yapmamız gereken işler mi? Yeni teknolojik ürünler beraberinde yeni ihtiyaçları da doğurmuyor mu yani teknoloji kendi kendini besleyen bir canavar mı? İlerleyen teknolojinin kendimize ve sevdiklerimize ayırdığımız zamanı çoğaltması beklenirken gün ve gün bilgisayar karşısında geçirdiğimiz saat sayısı artmıyor mu? Hatıralarımızı kaydedebilme imkanlarımızın genişlediği nispette kaydedecek hatıralarımız azalmıyor mu? Etrafınızda beraber fotoğraf çektireceğiniz güler yüzlü yakınlarınız yoksa, bilmem kaç mega piksel, otomatik flaşlı, vırt X optik zum, zırt X dijital zum, görüntü iyileştirmeli fotoğraf makineniz olmuş neye yarar. Bir bayram sabahı cümbür cemaat aynı sofranın etrafında toplanan aile efradınız olsun da, varsın fotoğraflarınızda gözleriniz kırmızı olsun. Fotoğrafın bir ucunun yanık olmasında da bir beis yoktur vesselam. Fotoğraflar da yanardı bir zamanlar. Şimdilerde yok şu makinenin çözünürlüğü yüksek, yok bu makinenin renk kalitesi öbüründen kötü yorumlarını duyunca aklıma hep filmli makineler geliyor. Hani şu filmlerini baskıdan sonra alıp güneşe karşı tutup, eski televizyon filmlerindeki gulyabanilere benzeyen adamlara bakıp bakıp güldüğümüz makineler. O fotoğraf filmlerinin karanlık oda macerasını öğrendiğimde hem filmlere hem de fotoğrafçılara saygım bir kat daha arttı. Makinede gümüş-bromür ihtiva eden levhaların üzerinde düşen ışığın kağıdın üzerinde şekle bürünmesi icraatına şapka çıkarmamak elde değil. Bundan dolayıdır ki eskiden özenle çekilen fotoğraflara kavuşmamız filmlerin banyoya verilmesinden bir kaç hafta sonrasını bulurdu. Tabi bu arada tatlı bir “Acaba fotoğraflar nasıl çıkacak?” merakı da tüm zihinleri kaplardı. Nasıl kaplamasın zira fotoğrafların yanma olasılığı bile vardı. Şöyle düşünün ki hayatınızda bir defa yaşadığınız düğününüzün fotoğrafları yanmış heba olmuş. Ondandır ki eskiden düğünlerde bu işleri yapan fotoğrafçılar vardı. Günümüzde ise bırakın fotoğrafların yanmasını, çektiğiniz fotoğrafın anında nasıl göründüğüne bakıp yok “Aaa gözlerim kapalı çıkmış bi daha çekelim” yok “Bu pozu beğenmedim çok itici görünmüşüm sil onu” nevinden geri dönüşler, düzenlemeler yapma şansına sahibiz. Düğün fotoğrafçıları da artık fotoğraf çekmekle değil fotoşopta müşterilerin isteklerini yerine getirmekle meşgul. Hani şu bizi biz gibi görünmekten alıkoyan istekler. Hani yüzünüzdeki beni, kızarıklığı ortadan kaldıran, kilomuzu azaltan istekler. Oysa ki yanık fotoğraflar öyle değildi. Onlar sadece olanı gösterirlerdi yani bizi biz gibi, olmak istediğimiz gibi değil. Bize benzerdi o fotoğraflar, zihnimize. Kimi yeri karanlık, kimi yeri flu, kimi yeri de berrak. Sanki bize hiçbir şeyin kusursuz olamayacağını anlatırdı bu günkü harika pozların aksine. Çok değil bundan 10 sene evvelinde vitrinimizin raflarında duran fotoğraf albümünü zaman zaman yerinden çıkarıp ailecek hatıraları yad ettiğimiz günler yerini dizüstü bilgisayarımızın “My Pictures” ya da diğer bir adıyla “Resimlerim” klasörü altında sakladığımız(“Yok kardeşim ben resimlerimi orada saklamıyorum!” diyerekten itiraz eden olabilir saygı duyarım) piksel topluluklarını yalnız başımıza iç çekerek temaşa ettiğimiz günlere bıraktı. Kimse yanlış anlamasın her ne kadar kimyasal kokulu fotoğrafları sevsem de duyduğum özlem analog fotoğraf makinelerine değil bilakis o karanlık odalardan çıkan hatıralardaki bilumum güzel değerlere, hayatın kötüymüş gibi görünen eksikliklerindeki güzellikleredir. Hayatın anlamını rötuşlanan renk hücrelerinde değil, yapıştırmalı albümün sayfalarında senelerdir duran sol alt köşesi yanmış fotoğrafta arayanlara selam olsun. -———————————————————————————————————— Not: Fotoğrafçılıkla ilgili konulardaki teknik desteğini esirgemeyen Soner Avşar’a teşekkürlerimi bir borç bilirim.