Jan 1, 0001  

title: Gölle ve Dibek Taşı Anısına link: http://orhanbalci.net/tr/?p=5 author: Orhan Balci description: post_id: 5 created: 2007/03/25 19:01:13 created_gmt: 2007/03/25 16:01:13 comment_status: open post_name: golle-ve-dibek-tasi-anisina status: publish post_type: post

Gölle ve Dibek Taşı Anısına

Nereden başlayacagımı kestiremiyorum. O güzelim örfümüzü, adetlerimizi ve kültürümüzün en küçük kırıntılarını dahi hak ile yeksan etmeye çalışan küreselleşme fırtınasına söverek işe başlayabilirim aslında. Ama durun bir dakika; o zaman kendimle çelişmiş olmaz mıyım? Zira şu anda yazmakta oldugum hatırat dahi sizlere globalizmin en büyük aktörü internet tarafından ulaştırılmıyor mu? O zaman işe birilerine sayıp sövmekten ziyade kendime bir çeki düzen vermekle başlamalıyım ve nazarıdikkatinizi unutulan, bir kenara itilen iki ata yadigarına çekmeliyim.

Bugdayın kaynatılmış halidir “gölle”. Anadolu gibi sade, yavan… İstemez Anadolu insanı alengirli, cafcaflı, yanar döner olanı. Onun ekmeği, aşı, azığı da kendi gibi sadedir. Olduğu gibi görünür; göründüğü gibi olur. Yalın halidir gölle, buğdayın. Vardır elbet bir ‘e hali’, ‘den hali’ buğdayın da fakat en güzeli “gölle”dir hallerin arasında. Buğdayın bulgur olma yolculuğunda ilk duraktır gölle. Çok değil bundan yirmi, otuz sene evveline kadar bizim memlekette değil domates, patlıcan; arpa bile zor yetişirken ele geçen buğdayın kıymetini, kadrini varın siz hesap edin. Biz dedelerimizden, ebelerimizden öyle duyduk, işittik ki harmandan kalkıldıktan sonra bir tören, bir şölen havasında gölle kaynatma mevsimi yaşanırmış. Yaşanırmış diyorum zira benim küçüklğüm o dönemin sonlarına rastlar. Her ne kadar ucu bucağı görünmeyen gölle sergileriyle hem-dem olmasam da benim de gölle yemişliğim, elimde sapanla sergi başında nöbet beklemişliğim vardır. İşte gölle mevsimi geldiğinde iki, üç hane biraraya gelir; kazanlar hazırlanır; kozalak, pinar bilimum yakacak da bitamam olduktan sonra işe girişilir. Kazanlar devir daim eder; buğday çuvallarının biri dolar biri boşalır; çocuklar oradan oraya su taşır. Varsa iş bölümünün ne demek olduğunu bilmeyen, gelsin öğrensin der lisanı hal ile ceddimiz bize. ‘İmece’ diye bir olgudan bahsederlerdi bize ilk mektepte. Benim kafamdaki imece resminin canlı hali ‘gölle kaynatmaktır’. Kurutulmak üzere yaygılar üzerine muntazaman serilen buğdaylar adeta sarı bir futbol sahasını andırır. Komşu hakkı ki dinimizce atfedilen önem hepimizin malumu asla unutulmaz; her komşuya birer tabak gölle gönderilir. Zaten yoldan geçenler serginin şöyle yaş yerinden bir avuç almazsa o serginin bereketi kaçar. Gerçi ipin ucunu kaçırıp, biraz fazla hüpletirseniz, sindirim sisteminiz açısından kötü sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu uyarıya özellikle sergiyi kurttan, kuştan, tavuktan, civcivden sakınan sergi başının(Aslında ‘sergi başı’ diye bir tabir olup olmadığını bilmiyorum. Tamamen benim kullandığım bir söz öbeği.) uyması elzemdir. Aslında bu süreçte benim en merak ettiğim ancak yaşım itibariyle o aşamayı hiçbir zaman göremediğim gece nöbetidir. Evet evet yanlış okumadınız ‘gece nöbeti’. Göllenin tamamen kuruması için gerekli süre bir günü aştığı için birilerinin ki o kişi benim sergi başı diye bahsettiğim zattır, geceyi serginin başında yarı uykulu yarı uyanık olarak geçirmesi gerekmektedir. Amaç yine buğdayı her nevi dış mihraktan korumaktır. Herhelde o güzelim yaz gecelerinde pırıl pırıl yıldızları izleyerek geceyi dışarıda geçirmek farklı bir deneyim olsa gerek. Aslında benim de buna benzer bir deneyimim olmadı değil. Tek fark benim sergi falan beklediğim yoktu ayrıca yüksekçe bir balkonda uyumak da insana ayrı bir emniyet hissi veriyor. Açıkça söylemek gerekirse eğer hayatında bir defa dahi açık havada uyumamış olanınız varsa şiddetle tavsiye ederim. Sakın ola bir çılgınlık yapıp da “ulen yaz mevsiminde herkes yatar dışarıda önemli olan kışın uyumak” deyip kışta, kıyamette özellikle Bayat hudutları içerisinde karlara uzanmaya falan kalkışmayın. Zira Bayat’ın ayazının yaz gecesinde bile insanı nasıl bıçak gibi kestiğini çobanlarımız iyi bilir. Bu arada bütün çobanlarımıza buradan selam ederim. Kaynatıp kurutmakla iş bitmiyor tabi. Kurutulan buğdayın kabuğundan kurtulması için bi güzel dibekte döğülmesi gerekiyor. Dibek yaklaşık yarım metre boyundaki silindir şeklinde kara taşın içerisinin oyulmasıyla elde edilen bir gereçtir. Onu taştan yapılmış büyücek bir havan olarak hayal etmek mümkündür. Eskiden bu taşlardan mahallelerin muhtelif yerlerinde bulunurmuş. Ben sadece bizim sokağın başındakini tanıma şerefine nail oldum şahsen. O da yerini kavak yellerine kaptırmadı ama çöp tenekesine yenik düştü. Öncelikle güzel bir şekilde temizlenen dibek içerisine gölle olma aşamasından geçmiş buğday ve bir miktar su (bu su meselesinde yanılıyor olabilirim sizlere yanlış bir bilgi vermek istemem. Doğrusunu büyüklerime soracağım) konulur sonra tokmaklar konuşmaya başlar. Dibek tokmağı ahşaptan mamul olup dev bir çekici andırır. Tokmaklama işleminde senkronizasyon çok önemlidir zira bir dibek taşı başında azami dört olmakla beraber daha az sayıda da insan olabilir. Onun içindir ki tokmak sallayanlar tokmağı kimden sonra sallayacaklarını iyi bilmek zorundadırlar. Görüldüğü üzere ecdadın en basit görünen işinde dahi bir düzen bir intizam mevcuttur. Bir kaç turluk tokmaklama işleminden sonra buğday altüst edilir ve tekrardan tokmak musikisi başlar. Musiki diyorum zira tokmağın dibek taşına değdiğinde çıkardığı sesler dinlenmeye layıktır. Yoldan geçenler de imecenin ruhuna ihanet etmeyerek bir kaç tur tokmak sallarlar. Buğdayın yolculuğu burada bitmez aslında ama bizi ilgilendiren kısmı bu kadar.Buğdayı değirmendeki iki taş arasında kendi halinde bırakıp dibek taşımızla hasbihale devam edelim ama buğdayla olan ilişkisinden ziyade çocuklarla olan arkadaşlıgından bahsetmek suretiyle. Sekkaşı Bayırı ile ilgili yazımda da belirttiğim gibi kültürümüzü çevremizdeki cansız varlıklardan dahi soyutlayamayız. Çünkü onlar dahi kültürümüzün parçasıdırlar. Alın bir örnek daha size: dibek taşı. Dibekle çocuğun ne alakası olur demeyin oluyor işte. Hem de çocukların can damarı vasıtasıyla yani bir oyunla oluyor. Oyunumuzun adı ‘Dibek Gızdı’. Tabi ki de oradaki ‘G’ harfini kasıtlı yazdım. O eylem aslen ‘kızmak’ olup T.D.K. ya göre “ısıtılan veya ısınan bir nesnenin sıcaklığı çok artmak” manasını taşımaktadır. Oyun bir adet ‘ebe’nin belirlenmesiyle başlar. Ebe bir eli dibek taşı üzerinde olmak şartıyla dibeğin etrafında dönmeye başlar. Diğer çocukların amacı ise ebe onlara dokunmadan dibek taşının üzerine çıkmaktır. Burada dikkat edilmesi gereken bir kural ise ebenin ‘dibek gızdı’ direktifini vermesidir. Bu direktiften önce ebenin dibek uzerine çıkmış bir oyuncuya dahi ayakla müdahele hakkı vardır. Fakat ebe ‘dibek gızdı’ dedikten sonra dibeğe çıkan oyuncuya dokunamaz. Dibeğe çıkamayan bir tek oyuncu kalana dek oyun böyle devam eder. Bir tek oyuncu kaldığında ise kurallar ebeyi korur ve ebeye dibek başından ayrılma şansı tanır. Şayet son oyuncu da dibeğe çıkmayı başarırsa ebeye ceza verilir. Aksi durumda ebenin ayağıyla mudahele ettigi oyuncu ebe olur. Ben hayal gücü diye buna derim. Hiç bir taşla böyle karmaşık bir oyun oynanabilceğini düşündünüz mü? Ben düşünmedim ama sokağın başındaki dibekte çok ‘dibek gızdı’ oynadım.

Comments

HALİL AGDACI: abi cok güzel olmus devamını sabırsızlıkla bekliyorum haberin olsun basarılarının dewamını dilerim

mehmet: Orhancığım, öncelikle selam eder,gözlerinden öperim.Siten çok güzel,yorumların daha da güzel.Yaşadığımız çevrede,bazen farkına bile varmadığımız ama geçmişte elzem bir yere sahip olan “gölle ve dibek taşını” birazda mizahi bir dille anlatman çok hoş ve manidardır.Tebrik ederim.

hüseyin: Abi çok güzel olmuş siten.Hayırlı olsun.başarılarının devamını dilerim.

agdaci: hayırlı olsun çok güzel olmuş

Deger: Orhan, ben dili ve yazılarını cok beğendim.Yazarak da olsa bu kültürü yaşatman ve taşıman cok güzel. Yazın beni o kadar içine alıp çekti ki ben bile gece nöbetini merak ettim. Yazılarının devamını bekliyorum.

erhun: Orhan Bey tebrk ederim cok hos bir yazı olmuş. Önce ilk paragraftan sonrası Yaşar Kemal, Kemal Tahir gibi bir yazarımıza aittir zannettim, tebrik ederim.